13 Haziran 2020 Cumartesi

MODA HER SOKAKTAN GEÇER


Podyumları sokaktan, sokakları podyumlardan ayırt etmemizi zorlaştıran bir giyinme biçimi, sokağın modası diyebileceğimiz kavram “heterojen stil karışımı”. Uzun zaman önce günlük hayatta tercih edilen bir jean, bir t-shirt ve spor ayakkabı rahat bir kombin için yeterliydi. Sonraları birçok parçayla birden rahat olmanın, şık olmanın, aslında ne istiyorsak o olmanın keyfine ulaşmaya başladık. Şimdilerde ise bir dizi farklı öğeyi birbirleriyle ne kadar iyi ve yaratıcı şekilde bir araya getirdiğimizi göstererek podyumlara referans oluyoruz.
Sokak modası ilk olarak graffitiden ilhamla sörf tahtaları süsleyen Shawn Stüssy’nin 1984 yılında Stüssy isimli moda markasını kurmasıyla başladı. Markanın logosunda yer alan birbirine geçmiş iki S harfi ve Stüssy no:4 yazılı tasarımları Chanel’e gönderme yapıyor, kendileri için podyumunun kaldırımlar olduğu mesajını izleyicilerine her fırsatta iletiyordu. Markanın kısa sürede elde ettiği başarı sonrası büyük markalarla yaptığı işbirliklerini, lüks moda dünyasının sokaklardan kuralsızlığı öğrenmesiyle açıklayabiliriz belki de. 
Başlarda özensiz algılanan bu sade ve rahat görünüm, sonraları moda elemanlarının tüm stil tanımlamalarını bir arada taşıyabilen ve gerçek hayatı daha iyi yansıtan bir ekol haline geldi. Zıtlıkları bir araya getiren özgür ve kaygısız stilin çoğunluklar tarafından tercih edilmeye başlaması, moda endüstrisinin yönünü sokaklara çevirdi ve bu özgün insanların verimli kullanabilecekleri ürünlere odaklanıldı. 
Kuralsız sokaklarda uzun çizmeler eteklerin veya dar kesimli pantolonların altında gördüğümüz bir parça olmaktan çıkıp, zaman zaman bol kesim pantolonlarla da kombinlendi. Zıtlıkları bir arada taşımanın yolları yalnızca renklerden geçmiyor bu kuralsız ekole göre. Bazen oversize kombinlere çok küçük çantalar eşlik edebilir, bazen de doku ve desen oyunlarıyla Escher tabloları gibi yürünebilirdi sokaklarda. Trend parçaların vintage esintilerle bir araya gelmesiyle oluşturulan etkiler, şimdiki zaman dışında başka herhangi bir döneme ait görünmez. Belki de özgürlüğü, zamansızlığa vurgu yapan doğasından gelir. 
Sokak modası, hiç düşünülmeden bir araya getirilmiş kombinler gibi görünseler de, olabilecek her şeyden alınabilecek ilhamla kolaylıkla yeni bir akıma dönüşecek kadar güçlü fikirler barındırır aynı zamanda. Bu fikirler ikonik figürlerin, özetle medyanın etkisiyle podyum ve sokaklar arasında önemli bir köprü kurmuş oldu. Çoğunluklara hitap eden bu stil, moda devlerini etkisi altına aldı ve sokak modası markaları diyebileceğimiz markaların lüks markalarla işbirliği yapması kaçınılmaz oldu. Virgil Abloh, kaykay alt kültürünün simgesi Supreme markasıyla Louis Vuitton’u bir araya getirdi. Bu birliktelik başka işbirliklerine de kapı açtı ve Cristopher Kane x Crocs, Vetements x Juicy Couture, Rick Ovens x Birkenstock, Palace x Adidas gibi marka birlikteliklerine şahit olduk. Sokak modasının hızlı moda markalarından H&M’in Karl Lagerfeld ile bir araya getirdiği kapsül koleksiyonları büyük ilgi topladı ve koleksiyonların devamı Versace, Moschino, Kenzo, Balmain gibi markalarla geldi. Moda birlikteliği ilk olarak 1930 yılında Elsa Schiaparelli ve Salvador Dali’nin yengeç elbisesi ve ayakkabı şapkasıyla karşımıza çıksa da, 1960’larda Yves Saint Laurent’in Mondrian elbiseleri, Louis Vuitton çantalarındaki Takashi Murakami renk ve karakterleri, Raf Simons’ın Sterling Ruby jeanleri ve son dönemlerde Puppets and Puppets’in Jean Giraud karakterlerinden ilham aldığı koleksiyonu gibi örnekler marka işbirliklerinin her dönem karşımıza çıkabileceğini gösteriyor. Sanatçı birlikteliklerinde kar amacı gütmeyen lüks markalar entelektüel kimliklerini ortaya koyarak yeni renkler, formlar ve biçimler ortaya koyuyorlar. Fakat konu sokak modası ve lüks marka birlikteliği olduğunda amaçlar ve hedefler daha farklı oluyor. Lüks markalar daha geniş bir kitleye temas ederek güncel kalıyor, sokak modası öncüsü markalar ise lüks markaların üstün işçilik kabiliyetini ve kaynaklarını kullanarak döneminin ikonu olma şansını artırıyorlar. Kuralsız sokak modası ise her an her yerde ruhunu her tür ürünle yansıtabilen özgün, zamansız ve etiketsiz bir kombinasyonun sonucu olarak modayı yönlendiren konumunu koruyor.
Trendler her dönem, her sezon değişse de, sokak modası bu değişimle pek ilgilenmeyen yaklaşımlarıyla sürekli fikir üreten bir stil. Bazen parizyen stilden aldığı minimal etkileriyle, zaman zaman kovboylardan getirdiği püskülleriyle, yorganlardan aldığı kapitone etkileri ve etnik desenleri kullanım alanlarıyla birçok insana ilham oluyor. İnternette sokak modası ekolü için binlerce kombin görmek mümkün. Herkesin kendine özgü kimliği rahatlıkla taşımak istediği gerçeğine ulaştırıyor bizi bu durum. Siyasi başkanların takım elbiselerinin altındaki renkli çoraplar, kırmızı halılarda gördüğümüz eşofman takımlarının altındaki yüksek topuklu ayakkabılar bir araya geldiğinde sınırsız bir dünya manzarası oluşuyor ve tüm bu özgürlüğü sokakların özgür fikirlerle dolu ruhuna borçlu olduğumuzu hatırlıyoruz.




4 Haziran 2020 Perşembe

Yeni Modanın Cerrahi Maskesi

        
        Bir kimlik hikayesi olan modanın, pandemi sürecinde maske nesnesiyle bizlere yeni kimlikler kazandıracağı bir gerçek. Maske, pandeminin süresi göz önüne alındığında adeta bir uzuv olarak algılanırken, gardırobumuzdan bir parça haline dönüşmesi muhtemel bir süreç yaşıyor. Maskeler insanlığın yeni tanıştığı nesneler olmamakla birlikte, köklü bir geçmişe ve çok yönlü işlev çeşitliliğine sahip. Antik Yunan Tragedyaları’nda bir oyuncunun birden fazla rolde oynaması için veya mimiklerinin en arkadaki kişilerce seçilmesi amacıyla kullanılan maskeler, şaman toplumların dans ederken taktıkları hayvan ruhu temsillerine dönüştü. Beyaz tenin zenginlik göstergesi olduğu 16. yüzyılda kadınlar güneşten korunma amacıyla maskeler taktılar. 17. ve 18. yüzyılda Avrupada’ki doktorların kuş gagası formundaki maskeleri, aynı zamanda hastalıktan korunacakları inancıyla güzel kokulu bitkiler taşıyordu. Şili’li feminist kadınlar için anonimliğe hizmet eden bir araç olan maskenin bugün kimlik belirtecine dönüşmesi, popüler kültürün ve dolayısıyla ana akımın meyveleri diyebiliriz.
Dünya ekonomisinin %4’ünü oluşturan bir endüstri, moda endüstrisi söz konusu olduğunda, karşımıza koronavirüsten daha tehlikeli tablolar çıkabiliyor zaman zaman. İyilerin çok iyi, kötülerin çok kötü olduğu, bir anlamda melodramatik bir atmosferde pandemi gerçeğiyle yaşıyoruz. Alman sosyolog Ulrich Beck, kitlelerin pandemi karşısında korku çağına girdiğini ve cerrahi maskenin korku nesnesine dönüşmesi kaçınılmaz olduğundan, kitlelerin bu duyguyu yenmeye yönelik organize davranışlar sergilediğini belirtiyor. Beck, tüketim ihtiyacının, modernleşmenin neden olduğu tehlikeler ve güvensizliklerle başa çıkmanın sistematik bir yolu olduğundan bahsediyor. Hali hazırda yer alan bu modern dünyanın tüketim sistemi, tasarım maskelerin sağlıkla ilişkisinden koparılarak adeta moda akımı haline gelmesine, tüketim zincirine girildiğinde korkuyu yenmede başarılı olması konusuna dikkat çekiyor. Korku ve belirsizlikle başa çıkmanın en iyi yollarından birinin, korkulu kitlelere yardım sağlamak amacıyla üretilen acil müdahale ürünleri olduğu doğru. Örneğin; 1941’de ABD’deki Pearl Harbor saldırısından sonra Sun Rubber şirketinin Walt Disney işbirliğiyle çocuklar için ürettiği Mickey Mouse maskesini hatırlayalım. Maskenin çocuklar için bir travma nesnesi olmaktan çıkıp oyunun bir parçası olması amaçlanmış, başarılı olmuştu. Günümüz pandemisine döndüğümüzde medikal olmayan, dahası hangi koşullarda üretildiği belli olmayan maskelerin üretiliyor olması hala dünyadan ders alamayan çoğunluklara işaret ediyor. “Kötülük işte orada gizleniyor, prostatın kıvrımlarında gizlenen gonokok mikrobu gibi.” diyor Samuel Beckett Malone Ölüyor kitabında. Kötülük, sahiden gizlenen koronavirüs mü, yoksa pandemi dünyasında yaşamaya çalışan insanların korkularını, güllü-dallı, medikal olmayan materyallerle maskeleyenler mi? 
Markaların bu dönemde attığı her adım büyük bir dikkatle izleniyor ve adımların tüm detaylarına hızla ulaşılabiliyor. Sosyal medyanın etkisiyle, sürdürülebilir olduğunu iddia edip ardından hayvanlar üzerinde test yapan, ırkçılık yapan, taklit tasarımları ortaya çıkan ve çalışanlarının haklarını ödemeyen markaların hızla ifşa olup değer kaybetmesi özellikle bu pandemi döneminde büyük bir ders niteliği taşımalı ve hatırlanmalıdır. Capri Holding (Michael Kors, Versace, Jimmy Choo) koronavirüsle savaşa 3 milyon dolar bağışlarken 7 bin çalışanını ücretsiz izne gönderdi. Louis Vuitton’un Güney Kore’de artırdığı fiyatlar, Koreli tüketicilerden faydalanmayı bekledikleri eleştirisine yol açtı. Chanel, küçük deri aksesuarlarında ve el çantası fiyatlarında %5 ile 17 arasında zam yapmak zorunda kaldığını açıkladı. Moda Operandi, daha etik bir yol kullanarak Menswear departmanını kapattı. Vans, Timberland ve The North Face’in sahibi VF Corp, 2020 yılında tüm yıl satışlarında 13.85 milyar dolarlık bir düşüş beklenmesine rağmen hiçbir çalışanını işten çıkarmayacağını duyurdu. Prada, Louis Vuitton, Cos, Yves Saint Laurent, Balenciaga, Zara ve Mango gibi markalar maske ve tıbbi tulum üretimine geçti. LVMH Group kozmetik ve parfüm tesislerinde el dezenfektanı üretimine geçti. Dünyaca ünlü birçok marka sağlık kuruluşlarına kayda değer miktarda bağış yaptılar. Bu gibi bilgilerin günümüzde ulaşılabilir olması neticesinde insanların lovemark değerlendirmeleri, markalar için uzun vadede olumlu etkilere yol açacaktır.  
Dönüşüm bazında insanlığı bekleyen olası güzelliklere odaklanacak olursak; bireysel düzlemde az olanla yetinmeyi, küçük veya basit ayrımı yapmaksızın elimizdekilerle mutlu olmayı, iyi hissetme halini her alana yayarak yaşamayı öğreniyoruz. Hollandalı trend analisti Li Edelkoort, “her gün tatil” duygusunu benimseyen insanların kendi “sağlıklı” yaşamlarını evlerinde yaratarak, rahatlama, denge, istikrar duygusu veren bir ortamla kendilerini şımartmak isteyeceklerini öngörüyor. Bunun için de en iyi kalite yiyecekleri, saç ve vücut ürünlerini yeni lüksün temaları olarak seçeceklerini belirtiyor. Edelkoort, yüksek kalitenin yeniden tanımlanmasıyla, ürünlerde dayanıklılık, sürdürülebilirlik gibi niteliklerin gündemimizde olacağı görüşünde. İhtimalini düşündüğümüzde bile bizi rahatlatacak başka güzel öngörüleri de çiftçiliğin önem kazanacağı, bu imajın bizleri doyuran, giydiren, evimizi inşa eden, yakıtımızı üreten ve dolayısıyla bizi iyileştiren kesim olacağı yönünde. Bu da daha yeşil şehir, daha çağdaş kırsal demek oluyor. Toplumsal düzlemde ise resesyonla birlikte insan emeğinin sömürülmediği, kaynakların hurharca tüketilmediği yeni bir üretim sisteminin mümkün olduğunu belirtiyor. Edelkoort, yeni bir ekonomi modeli olarak yerel üretim ve tüketimin hız kazanacağı haberini veriyor ve ithal ürün tüketiminin azalacağından, bununla birlikte sanat ve el emeğine odaklı endüstrilerin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olacağından bahsediyor. Yeni dünya düzeninin, yeteneğini ve becerilerini topluma faydalı olmak üzere kullanan, sağlam, katkı payı yüksek işler üreten kimseler tarafından kurulacağını ekliyor. İçinde bulunduğu zorlu koşulları üretkenliği ve yaratıcılığıyla fırsata çevirenlerin dünyasına adım attığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. İtalya merkezli Elexia Beachwear isimli butik marka, bikinilerine maske ekleyerek üç parçalı ürünlerini sosyal medyada paylaştı. “Trikini” ismini verdiği bu ürünler kısa zaman içinde çok sayıda insanın ilgisini çekti ve “trikini” yeni bir akım oldu. Moda alanı için maske elbette yeni bir materyal değil. Alexander Mcqueen’in özellikle 1996 yılı sonbaharı Dante koleksiyonundaki sembolik maskelerini, ilk tasarımlarından itibaren maske kullanan Martin Margiela’nın çoğu zaman tüm yüzü kaplayan maskelerini, Louis Vuitton’un Marc Jacobs direktörlüğündeki Richard Prince sanatçısıyla işbirliği koleksiyonunda yer alan, 19. yüzyılda Paris’li kadınların tozdan korunmak amacıyla taktıkları maskeleri anımsatan tül maskelerini hatırlamak gerekir.
   Süreç, genel olarak moda sektörünün yavaşlaması gerektiğini gösteriyor. Üretimden lojistiğe sektör her alanda kendini hızla revize ediyor. Daha kaliteli, daha az sayıyla raf ömrünün uzatılması hedeflenen ürünler, sürdürülebilirliği kökten etkileyebilecek etkenler olarak karşımıza çıkıyor. Dünyanın ilk uluslararası yönetim danışmanlık şirketi olan Mc Kinsey, tekstil ve moda piyasasına yönelik pandemi raporunda, misyonlarını ve iş modellerini daha sürdürülebilir yollarla yönlendiren markaların her zamankinden daha sadık bir kitleye hitap edebileceği hususuna değindi. Stoktaki ürünleri sezona göre kumaş ekleyerek veya çıkararak güncellemenin, geri dönüşüm yapmaktan daha olası bir seçenek olabileceğine, perakendecilerin depolarındaki ürünleri temizlemek, kapanan mağazaları nedeniyle kaybettikleri değerlerini telafi etmek için ürünlerinde uygulayacakları yüksek oranlı indirimlerin gereksiz materyalizmden uzaklaşmakta olan kitleleri rahatsız edebileceğine vurgu yaptı. Ortaya çıkan “tüketim karantinası” ile birlikte atık üreten iş modellerine karşı antipatinin ve sürdürülebilir eylemleri destekleyen beklentilerin artması gibi konuların tüketici değişimlerini hızlandırabileceği vurgulandı. Mc Kinsey, “hazır giyimde yeni bir dönüşüm” anlamına gelen bu süreçte, firmaların ancak iyileştirme ve dayanıklılık önlemlerini ikiye katlayarak kendileri için yeni normalin ne olduğunu anlayabileceklerinin mümkün olduğunu belirtti. 
Yeni dünya dijital kaynakları da alışılmışın dışında daha farklı gerekçelerle kullanmaya itiyor. Durdurulamaz sanılan trilyon dolarlık moda şovları dijitale dönüştü, Londra, Milano ve Paris Moda Haftası’nın dijital olarak yayınlanacağı açıklandı. New York Fashion Week’te yaptığı defilelerle dünya modasında adını duyuran ünlü modacı Rufat İsmayil, 9 Mayıs 2020’de “Extravaganza” isimli koleksiyonunu dijital defileyle tanıtarak Türkiye’de ilk oldu. Dijital dünyaya hızla adaptasyon sağlayanların birkaç adım önde olacağı kesin görünüyor. Forbes dergisinde yayınlanan habere göre moda okullarının da yavaş yavaş dijitalleşme yolunda adımlar attığı belirtildi. Dijital eğitimi daha ağırlıklı olarak almış kişilerden yepyeni bir tasarımcı neslinin doğması kaçınılmaz olacaktır.  
Pandeminin yolumuza çıkardığı “içe dönüş” çağında “dijital ve sosyal” dünya hepimize izlenen bir gizlilik niteliği sunuyor. Evlerimizde konforlu üretkenlik halini benimsediğimiz, asıl ihtiyaçlarımızı kolayca algıladığımız, gereksiz her nesneyi kalabalıklarımızdan sıyırdığımız bu çağda yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler maskelerin bile gizleyemediği görünür bir gerçek.

Bonus:






     Maison Martin Margiela

30 Mayıs 2020 Cumartesi

"Ve O Rujsuz" ANNIE HALL



             
                                                     

Woody Allen’ın 1977’de yazıp, yönetip aynı zamanda oynadığı filmine verdiği isim Annie Hall. 
Film, Diane Keaton’in Annie Hall, Woody Allen’ın Alvy Singer karakterlerini canlandırdığı bir ilişki sürecini konu alıyor. Filmde zaman kavramının olmaması, ilişkide neyin ne kadar, ne zaman olduğunun önemsiz olduğunu vurgulayan Alvy’yi tanımamız için önemli bir detay. Bu karakteri tanımamız önemli çünkü izlenilen şeyin kurgusal olduğunu bize sürekli o hatırlatır. Alvy kendini yalnızlaştırmış bir tikel. Woody Allen sorunsuz bir karakter sunmaktansa sorunlardan oluşan Alvy karakterini, filmin başında Alvy aracılığıyla yönetmene anlatır. Sonra Alvy biriyle tanışır.
Annie Hall...
Annie, mütevazi, kendine yeten, son derece akıllı, bir miktar nevrotik, aynı zamanda sempatik ve kimlik özgürlüğünün imajı. Ekose gömlekleri, ceketleri, yüksek bel oversize pantolonları, melon şapkası, puantiyeli kravatı, papyon ve smokin yeleğiyle cinsiyetler arası bir yolculukta geziniyor film boyunca. Tenis oynadığı bir sahnede sahadaki diğerlerinin beyaz giymesine karşın üzerinde mavi renkli ve yakasını havada bıraktığı gömleğiyle görüyoruz Annie’yi. Gömleğini bazen son düğmesine kadar ilikleyen, bazen de yakasını bile katlamadan öylece bırakan androjen bir stil sahibi Annie. Bir şiirinde “Ve ben rujsuz, terlik ve içliklerimle” diyen Sylvia Plath’in şiirlerini “güzel” diye tanımlıyor elbette bu karakter. Nazikçe yıktığı cinsiyet normları, kalın çerçeveli kemik gözlükleriyle birleştiğinde entelektüel bir eyleme dönüşüyor bu yıkım çoğu zaman.
Peki androjen stil bu filme hangi zamandan gelir? 1920’lerde ilk olarak ünlü oyuncu ve dansçı Louise Brooks’un giyme cesaretini gösterdiği androjen stili,1930’larda maskülen giyimin öncüsü kabul edilen şarkıcı ve oyuncu Marlene Dietrich, 1940’larda inatçı ve bağımsız kişiliğiyle tanınan oyuncu Katherine Hepburn, 1950’lerde ise Oz Büyücüsü’nden tanıdığımız Judy Garland benimsedi. “Twiggy” takma adıyla 60’lı yıllara damgasını vuran model, oyuncu ve şarkıcı Lesley Lawson, androjen stili 60’lı yıllarda sürdürdü ve 70’li yıllara gelindiğinde moda devlerinden Yves Saint Laurent ilk kadın smokini üreterek piyasa sürdü. 1977 yılında var olan Annie Hall karakteriyle Diane Keaton, eklektik tarzıyla 80’ler kadın modasını etkileyerek cross-dressing trendine ilham oldu. Bu yıllarda Giorgio Armani androjen stili desteklediğini açıkladı. Stil ikonlarının giyim tarzındaki değişimi, gelişimi ve cesareti androjen stilin halk arasında yaygınlaşmasına neden oldu. Yıllar içinde birçok marka androjen stil referanslı koleksiyonlarını kullanıcılara sundu. 
Cinsiyetler için beklenen normların değişip çoğunluklarca desteklenmesi, giyimi de etkileyen eşitlikçi fikirlerle kol kola yürüdü. Bugün hala her vücut, Annie’nin şifon elbise içine giydiği kazak kombinasyonunun mevsimsizliği gibi istediği havaya bürünebiliyor. Annie rastlantısallığı bizi şöyle selamlıyor: “Hi, bye.”

Bonus:



Louise Brooks                             Marlene Dietrich











Katherine Hepburn













Judy Garland


















Lesley Lawson

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Bir düş gibi garip ve kısacık yaşamıyla zamansız ilham kaynağı: Edie Sedgwick







Edie, akıl sağlığı yerinde olmadığı için doktorların telkiniyle çocuk yapmaması gereken varlıklı bir ailenin sekiz çocuğundan yedincisi olarak 1943’te dünyaya geldi. Babası Francis’in soyu İngiliz Kraliyet Ailesi’ne kadar uzanıyordu. Çiftliklerinde bulunan petrol ile paraya boğulan ailesinin yüksek sosyal statüsü ve zenginliği, erken yaşlarında ona ve kardeşlerine birçok ayrıcalık tanıdı. Her gün Kaliforniya’daki çiftliklerine gelen öğretmenlerden özel bir müfredatla eğitim aldılar ve dış dünyadan büyük ölçüde tecrit edildiler. Edie, 13 yaşında San Francisco yakınlarındaki Branson Yatılı Okulu’na başladı.



Kardeşinin Edie’yle ilgili söyledikleri onun kendine özgü, döneminin hiç alışık olmadığı stilinin en mantıklı açıklamasıydı. Erkek kardeşi Jonathan ondan şöyle bahseder: “Çiftliğe geldiğinde gerçekten garipti. O bir uzaylıydı. Söylenecek olanı daha söylenmeden anlardı. Şarkı söylemek istediğinde şarkı söyler, herkesi rahatsız ederdi. Üstelik bunu tatsızlık çıkarmak için yapmazdı, o sadece uyumsuzdu. Sandalyelerde titrek bir boyalı bebek görünümünde sallanır, vampir gibi görünürdü.”


Yatılı okula başlamasından kısa bir süre sonra yeme bozukluğu sebebiyle okuldan alındı ve ailesinin evine döndü. Erkek kardeşlerinden biri kendini astı, diğeri akıl hastanesinden çıktığı günün ertesi, motosikletini bir otobüsün üzerine sürerek öldü ve akıl hastalıkları ailenin genetik tarihine kazındı. Kardeşlerinin ölümü üzerine, New York’a taşınan Edie, burada dans, resim ve modellik dersleri alıyor, sergiler açıyordu. New York’un lüks mağazalarından topladığı imajı, kısa, sarı saçları, kalın kaşları, iri gözleri ve özellikle devasa küpeleriyle tamamladığı görünümüyle ressam ve film yapımcısı Andy Warhol’un dikkatini çekmişti. 1965 yılında reklamcı Lester Persky’nin dairesinde gerçekleşen bu tanışma, Edie için dönüm noktası oldu. Andy Warhol onu yanından ayırmıyor, gittiği her yere Edie’yi de götürüyordu. Öyle ki bu ikilinin gitmediği parti iyi bir parti olarak değerlendirilmiyordu. Warhol’un en büyük ilham perisi olmuştu. Çok geçmeden Warhol’un kısa filmlerinde oynamaya başlayan Edie, herkes tarafından tanınmaya başladı ve kısa zaman içinde döneminin en avangart moda ikonlarından biri oldu. Adım attığı yeni dünyada uyuşturucuyla tanışması da çok sürmedi. Bu tanışıklık ona, ancak 28 yıl kadar yaşayabilen bir beden verdi. Yalnız stiliyle değil, hayatıyla da sinemaya ilham kaynağı oldu ve George Hickenlooper’ın yönettiği Factory Girl filminde hayatı anlatıldı. Filmde Sienna Miller'a "Edie makyajı" yapan ünlü makyaj uzmanı Kate Biscoe, Edie'nin makyajını tanımlarken eyeliner ve göz kalemi olmak üzere iki önemli unsur olduğunu belirtti ve: “Edie'nin makyajının en ilginç yanı, göz kapağının bittiği hattın tamamını siyah göz kalemiyle boyamasıydı.” diye ekledi.


1963-65 yılları arasında Time, Vogue, Life dergilerine kapak oldu. Vogue editörü Diana Vreeland ondan “youthquaker” diye bahsetti. Üst düzey editör Gloria Schiff’e göre Vogue ailesinin bir parçası olamadı çünkü uyuşturucu dedikodularıyla adından bahsettiren Edie’nin sunduğu bu tablo, döneminin yargıları anlamında endişe uyandırıcıydı. Uyuşturucuların genç, yaratıcı ve zeki insanlara verdiği zararı desteklememek, dergiler için bir politikaydı.


Kısacık hayatına rağmen incelikli, özgün ve çılgın ruhu sayesinde kendi döneminde ve bugün hala ilham veren Edie’nin devasa sallantılı avize küpeleri, 60'ların modacıları tarafından çok konuşulmuştu. Bu özgün stil tartışmasız her dönem insanını etkilemiştir. Elbiseler yerine giydiği uzun, geometrik ve fraktal desenli Basic t-shirtler, leopar deseni baskılı bluzlar, taytı ve külotlu çorabı ilk kez pantolon olarak giyinme önerisi, çoğu zaman yataktan kalkmış gibi görünen rahat halleri onun özgür deliliğinden bahsediyordu sanki. Kürklerini, yavru topuklu ayakkabılarıyla, bacaklarını tayt gibi saran deri ve yanları fileli botlarla veya bilekte biten topuklu siyah ayakkabılarıyla tamamlıyordu. Küpeleri gibi büyük ebatlarda seçtiği kolyeleri ve aynı eline birkaç farklı boyutunu taktığı küre şeklindeki yüzükleri onun en vazgeçilmez parçalarındandı. Gözlerinden eksik etmediği takma kirpikleri olmadan sokağa bile çıkmayan Edie, en çok da özenli-özensiz halleriyle insanların ilgisini çekiyordu.


Anna Hathaway, 2013 yılında katıldığı bir akşam yemeğinde Sedgwick stilinden ilhamla karşımıza en az onun kadar etkileyici halleriyle çıktı. Nars, Topshop, Marc Jacobs gibi markalar Edie Sedgwick koleksiyonlarını piyasaya sürdüğünde Sedgwick dünyasının zamansız etkilerini gözler önüne serdiler.

Edie, görüntüsü dışında travmalarla dolu yaşamına sığdırdığı büyük aşkıyla da Bob Dylan’a ilham olmuş, adına “Just like a woman” ve “Leopard-skin pill-box hat” şarkılarını yazdırmıştır. Stilinin doğasında var olan kendinden emin görüntüye karşın aşkıyla ne yapacağını bilemeden yaşamına son vermiştir. Edie’ye göre hayat başlı başına bir iniş çıkıştı, bir röportajında: “İsyan ettiğimden değil, sadece başka bir yol bulmaya çalışıyorum.” demişti. Başka yolları stiliyle bulmuş olan Edie, onu her dönem takip eden pek çok kadını onun yol arkadaşı yaptı. Bu yolda kadınlar, külotlu çoraplarının üzerine geçirdikleri çizgili t-shirtleriyle küre yüzüklerine basarak avize küpelerine tırmanıp, orada boyalı bir bebek gibi sallanıyor olmalılar.

Boyun Bağı veya Papyon


    “Boyna sarılan materyal” fikrini 4000 yıl önce Eski Mısır’da görmek mümkün. Bugün bile boyunda sarılı duracak bir kumaşın en kolay yöntemi, ona düğüm atmaktır. 1974 yılında, Çin İmparatoru Qin Shi Hung’un mezarında bulunan, M.Ö 210 yılına ait Terrakota heykeller, bilinen en eski düğümlü boyun bağı betimlemelerine sahiptir.
       Küresel ölçekte bir geleneğe sahip olan boyun bağı, Hırvat askerleri tarafından Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sırasında gömleklerinin yakalarını bir arada tutma amacıyla kullanılırdı. Rivayete göre bu boyun bağları, erlerini savaşa yollayan Hırvat kadınlarının hatırasıydı. Rütbesiz askerlerin kaba kumaşlardan yapılmış boyun bağlarına karşın subayların ipek ve muslin gibi pahalı kumaşlardan yapılan boyun bağları bir rütbe göstergesine dönüşmüştü.
       Fransızca’da Hırvat anlamına gelen “Croat” kelimesi, Fransızlar’ın Hırvat askerlerle bağdaştırdıkları, zaman içinde “Cravate” (kravat) kelimesine karşılık gelen boyun bağı tanımlamasıdır. Dilimizde papyon, kelebek anlamına gelen Fransızca “paillon”, Latince “papilio” kelimelerinden türemiştir. İtalyanca fiyonk anlamına gelen“Fiocco” kelimesi ise büyük ve gösterişli düğüm anlamını taşır. Hırvat askerlerin boyun bağını Fransızlar ilk olarak “kravat” ile tanımlasa da, varlığı süresinde birçok biçim değiştiren papyona form anlamında baktığımızda onun kravatın atası olduğunu söyleyebiliriz.
       Papyon, tarihi boyunca profesörler, avukatlar, hekimler, siyasetçiler, gibi meslek grupları ile özdeşleşerek seçkin aklı ve burjuvaziyi simgelemiştir. Sanatçılar ise papyona boyut, renk, kumaş ve form anlamında yeni önermeler getirmiş, bir anlamda papyon temsilini özgürleştirmişlerdir.1600’lü yıllarda Hırvat şair İvan Gundulić’in portre resimlerinde papyon taktığını görürüz. 1700’lü yıllarda büyük papyon betimlemelerinden tanıdığımız Flaman portre ressamı Jacob Ferdinand Voet, resimlerinde papyonu yalnızca erkek aksesuarı olarak kullanmamış, kadınların saçlarını ve giysilerini süslediği fiyonklarla döneminin modasından haber vermiştir. 1750’lerde Fransız matematikçi, fizikçi ve filozof Jean le Rond d'Alembert’ın portre betimlemelerinde ince kumaşlardan yapılan papyonlarını görürüz. 1764'te bir kulüp kuran ve kendilerine “Makarna” adını veren bir grup genç İngiliz, erkek giysilerinin bir önceki yüzyıldan daha basit, daha düz, daha az kısıtlayıcı ve daha az dekoratif olması gerektiğine inanıyorlardı. Bu yeni stili benimseyen ilk kişiler onlar oldu.
        İngiliz Naipliği Dönemi (1811-1820)’nde uzun yıllar ikonik bir figür olan George Bryan "Beau" Brummell’ın binici botlarına uygun bulduğu sivri hatlı papyonları, erkek modasında hızla yayıldı. Aynı dönem Brummel’ın aksine ressam Johan Barthold Jongkind, yumuşak şekilleri tercih etti ve beyaz keten boyun bağını siyah, lacivert, deniz yeşili, çuha çiçeği sarısı renkli, ipek veya saten kumaştan yapılmış papyonla değiştirdi. Kırsal alandaki boyun bağını benimseyerek dönemindeki papyon temsilinin katı kurallarına rağmen cesur bir tavır sergiledi ve böylece papyonun kimliğine yeni bir yön verdi. Bu cesur tavır bir ilham kaynağına dönüşmüş, palyaçoların papyonu büyük boy kullanarak komik ifadelerini güçlendirmelerinde önemli bir fikir olmuştur. Jonkgind aynı zamanda siyah bir ceket, beyaz bir gömlek ile siyah boyun bağını popülerleştirerek bugünün smokinine de yön veren kişi olmuştur. 1886 yılında Amerikalı ünlü iş adamı  Pierre Lorillard papyonla Jonkgind’den ilhamla yeni bir kıyafet tarzı geliştirerek, onu New York Tuxedo Club (New York Smokin Kulübü)’da düzenlenen resmi bir baloda giydiğinde Lorillard’ın smokini, diğer varlıklı moda takipçileri arasında büyük ilgi toplamıştı.
       19. yüzyılın sonunda, sert ve dik yakalar yavaş yavaş gevşemeye ve küçülmeye başladı. Doktorlar, sert yakaların hastaları için tıbbi endişeler yarattığını belirttiler. 1917'de Walter G. Walford adlı bir doktor “Boyunbağındaki Tehlikeler” adlı kitabında sert yakaların  egzama, baş ağrısı, baş dönmesi, felç, sağırlık ve diğer birçok  rahatsızlığa sebep olduğunu iddia etti. Sert yakaların popülaritesi azaldı ve yumuşak yakalar tercih edilmeye başlandı.
       1930'lu  yıllarda sadece erkek aksesuarı olmaktan çıkarak, kadın moda dünyasına da girmiştir. Kadınlarda maskülen giyimin öncüsü olarak kabul edilen Marlene Dietrich, II. Dünya Savaşı sırasında askerlere moral vermek için cephelerde şarkı söylerken papyon takmıştır. Döneminin modasına yön veren figürlerden Audrey Hepburn ve Loni Anderson da papyon modasını takip eden kadınlardandı.  
2010’lara gelindiğinde dönemin alternatif akımları, papyonun moda dünyasında yeniden yükselmesini sağladı. Günümüz teknolojisinde her türlü malzemeden, renkten, çeşitlenmiş tarihinden ilhamla yapılabilen papyonların malzemeleri değişti; örneğin ahşap ve plastiklerden uygun form elde edilerek çeşitli tasarım fikirlerine dönüştü. 
       Kim bilir, Hırvat kadınları erlerini kötülüklerden korumak, onlara bir anlamda yakın olmak için papyonu seçtiğinde bir palyaço onlara papyonların en büyüğüyle en büyük kahkahayı attırmıştır belki.



MODA HER SOKAKTAN GEÇER

Podyumları sokaktan, sokakları podyumlardan ayırt etmemizi zorlaştıran bir giyinme biçimi, sokağın modası diyebileceğimiz kavram “he...